باب: سؤال
جبريل النبي
صلى الله عليه
وسلم عن الإيمان
والإسلام
والإحسان
وعلم الساعة.
37. Cebrail'in Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem.'e İman, İslâm, İhsan ve Kıyametin Bilgisi
Hakkında Soru Sorması Ve Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Bunları Ona
Açıklaması
-وبيان
النبي صلى
الله عليه
وسلم له، ثم
قال: (جاء
جبريل عليه
السلام
يعلمكم
دينكم). فجعل
ذلك كله دينا،
وما بين النبي
صلى الله عليه
وسلم لوفد عبد
القيس من
الإيمان.
Daha sonra Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Bu Cibril
aleyhisselamdır. Size dininizi öğretmek için geldi" buyurdu. Nebi
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Cebrail'in sorduğu tüm konuları din olarak kabul
etmiştir. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Abdülkays heyetine imanı açıklaması
وقوله تعالى:
{ومن يبتغ غير
الإسلام دينا
فلن يقبل منه}
/آل عمران: 85/.
Allah Teala'nın şu sözü: "Kim İslâm'dan başka din ararsa,
bu kendisinden asla kabul edilmez.[Ali İmran, 85]
حدثنا
مسدد قال:
حدثنا
إسماعيل بن
إبراهيم، أخبرنا
أبو حيان
التيمي، عن
أبي زرعة، عن
أبي هريرة قال:
كان
النبي صلى
الله عليه
وسلم بارزا
يوما للناس،
فأتاه جبريل
فقال: ما
الإيمان؟ قال:
(أن تؤمن
بالله
وملائكته
وبلقائه
ورسله وتؤمن
بالعبث). قال:
ما الإسلام؟
قال: (الإسلام:
أن تعبد الله
ولا تشرك به،
وتقيم
الصلاة،
وتؤدي الزكاة المفروضة،
وتصوم رمضان).
قال: ما
الإحسان؟ قال:
(أن تعبد الله
كأنك تراه،
فإن لم تكن
تراه فإنه
يراك). قال: متى
الساعة؟ قال:
(ما المسؤول
عنها بأعلم من
السائل، وسأخبرك
عن أشراطها:
إذا ولدت
الأمة ربها،
وإذا تطاول
رعاة الإبل
البهم في
البنيان، في
خمس لا يعلمهن
إلا الله). ثم
تلا النبي صلى
الله عليه وسلم:
{إن الله عنده
علم الساعة}
الآية، ثم أدبر،
فقال: (ردوه):
فلم يروا
شيئا، فقال:
(هذا جبريل،
جاء يعلم
الناس دينهم). قال أبو
عبد الله: جعل
ذلك كله من
الإيمان.
[-50-] Ebu Hureyre Radiyallahu anh şöyle demiştir: Bir gün Resulullâh
sallallahu aleyhi ve sellem açıkta oturuyordu. (yanına) biri gelip: "İman nedir?" diye sordu.
"iman; Allâha, Meleklerine, Allâh`a kavuşmaya, Nebilerine inanmak, kezâlik
(öldükten sonra) dirilmeğe inanmaktır." cevâbını verdi.
"Ya İslâm nedir?" dedi. "İslâm; Allâh`a ibâdet edip
(hiçbir şeyi) O`na şerîk ittihâz etmemek, namazı ikâme ve farz edilmiş zekâtı
edâ etmek, Ramazanda da oruç tutmaktır." buyurdu. (Ondan sonra)
"Ya ihsân nedir?"
diye sordu. "Allâh`a sanki görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Eğer sen,
Allâh`ı görmüyorsan şüphesiz O, seni görür." buyurdu.
"Kıyâmet ne
zaman?" dedi. (Bunun üzerine) buyurdu ki: "Bu mes`elede sorulan,
sorandan daha âlim değildir. (Şu kadar var ki Kıyâmet`den evvel zuhur edecek)
alâmetlerini sana haber vereyim: Ne zaman (satılmış) câriye, sâhibini (yâni
efendisini) doğurur, kim idikleri belirsiz deve çobanları (yüksek) binâ
kurmakta birbiriyle yarışa çıkarlarsa (Kıyâmet`den evvelki alâmetler görünmüş
olur. Kıyâmet`in vakti) Allâh`dan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir. " Ondan sonra Nebiyy-i Muhterem
salla`llahu aleyhi ve sellem
إِنَّ
اللَّهَ
عِندَهُ
عِلْمُ
السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ
الْغَيْثَ
وَيَعْلَمُ
مَا فِي
الْأَرْحَامِ
وَمَا تَدْرِي
نَفْسٌ
مَّاذَا
تَكْسِبُ
غَداً وَمَا
تَدْرِي
نَفْسٌ
بِأَيِّ
أَرْضٍ تَمُوتُ
إِنَّ
اللَّهَ
عَلِيمٌ
خَبِيرٌ {34}
Âyet-i Kerîme`sini tilâvet buyurdu. Sonra (gelen adam) arkasını
döndü (gitti). Resulu`llâh salla`llahu aleyhi ve selem: "Onu çevirin." diye emrettiyse de
izini bulamadılar. Bunun üzerine buyurdu ki işte bu, Cibrîl (a.s.)dır. Halka dinlerini
öğretmek için geldi.
Ebu Abdullah (Buhârî) şöyle demiştir: Nebi (s.a.v.) bunların
tümünü din olarak kabul etmiştir.
Yukarıda Hadis-i şerif’in içinde geçen ayet-i kerime: Lokman suresi 34.
ayet’tir.
Meali şöyledir:
Şüphesiz ki, kıyamet saatinin
bilgisi Allah yanındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde ne varsa (erkek veya
dişi oluşunu, renk ve özelliklerini) O bilir. Hiçbir kimse yarın ne
kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini de bilemez. Şüphesiz ki
Allah her şeyi hakkıyla bilir, her şeyden haberdardır. Lokman 34
Tekrar: 4777
Diğer tahric edenler: Tirmizi İman; Müslim, İman; Nesâî, İman
AÇIKLAMA: îman ve İslâm Aynı Şeyler midir? Daha önce
Buhârî'nin iman ve İslâm kelimelerini eş anlamlı gördüğünü söylemiştik.
Cebrail'in iman ve İslâm hakkında soru sorması ve Nebi s.a.v.in buna ayrı ayrı
cevap vermesi bu ikisinin farklı olmasını gerektirdiğinden ve bundan imanın
bazı şeyleri tasdik etmek, İslâm'ın ise bazı amelleri yapmak olduğu şeklinde
bir anlam anlaşıldığından Buhârî tevil ile bunu kendi anlayışına uygun hale
getirmeyi istemiştir.
Nebi s.a.v. "İman nedir?" sorusuna verdiği cevabın
aynısını Abdülkays heyetininin "İslâm nedir?" sorusuna da vermiştir.
Bu da iman ve İslâm'ın aynı anlama geldiğini göstermektedir.
Ayet İslârn kelimesinin din anlamına geldiğini göstermektedir.
Ebu Süfyan'ın "İman dindir" şeklindeki haberi de bunu göstermektedir.
Bu da iman ve İslâm'ın bir olmasını gerektirir.
Ebu Avâne el-İsferayinî Sahih adlı kitabında Şafiî'nin öğrencisi
el-Müzenî'den iman ve İslâm'ın kesin olarak aynı şey olduğunu aktarmış ve
Müzenî'nin bunu Şafiî'den duyduğuna dair sözünü de iletmiştir.
Her iki görüşün birbiri ile tearuz eden delilleri vardır.
Hattabî şöyle demiştir: "Bu konuda iki büyük imam kitap
yazmış, iki görüşe dair pek çok delil ileri sürmüşler ve bu konuda farklı iki
ayrı görüş ortaya koymuşlardır. Gerçek şu ki iman ve İslâm kelimesi arasında
genel-özel ilişkisi söz konusudur. Şöyle ki: "Her mu'min Müslümandır,
ancak her Müslüman mu'min değildir". Bu görüş, inanç ve amele birlikte
İslâm adının verilmemesini gerektirir, iman ise her ikisine de verilebilir.
Oysa "Sizin İçin din olarak İslâm'dan razı oldum" âyeti bunu
reddetmektedir. Bu âyetteki İslâm sözcüğü inanç ve ameli aynı anda
kapsamaktadır. Çünkü inançsız olarak amel eden kişi, kendisinden razı olunan
bir dine bağlı değildir.
el-Müzenî ve Ebu Muhammed el-Beğavî de bunu delil getirerek ele
aldığımız Cibril hadisi ile ilgili olarak şunları söylemişlerdir: Nebi s.a.v.
bu hadiste İslâm'ı görünen amellerin adı olarak kullanmıştır. İman ise içte
olan inanç için kullanılmıştır. Bunu amellerin imandan olmadığını ifade etmek
için söylemediği gibi tasdîkin İslâm'dan olmadığını ifade etmek için de
söylememiştir. Aksine bu tamamı bir û oluşturan şeyi detaylı olarak anlatmak
için söylenmiştir ki bu bütün de dindir. Bu sebeple Nebi s.a.v. O Cebrail idi.
Size dininizi öğretmek için gelmişti" buyurmuştur.'Yüce Allah'ın şu
âyetleri de bunu İfade etmektedir: "Sizin için din olarak İslâm'dan razı
oldum [Mâide,3] "Kim İslâm'dan başka bir dîn ararsa bu kendisinden asla
kabul edilmez [Al-i îmrân, 85] Dinden razı olunması ve kabul edilmesi ancak
tasdîkin buna eklenmesi ile olur.
Delillerin tümü incelendiğinde İman ve İslâm kelimelerinin hem
dinî terim hem de sözlük anlamı olarak kendilerine özgü anlamlarının bulunduğu
görülmektedir. Ancak her biri, tamamlayıcı anlamında diğerini gerektirmektedir.
Amel eden kişi iman etmedikçe tam Müslüman olamadığı gibi, inanan kimse de amel
etmedikçe tam Mu'min olamaz. İmanın İslâm, İslâm'ın iman yerine kullanılması
veya birisi söylendiğinde her ikisinin de kasdedilmesi mecazdır. Bu kelimeler
kullanıldığında hangi anlamın kasdedildiği bağlamdan anlaşılır. Bir soruya
cevap olarak birlikte zikredîlmişlerse hakikat anlamlarına yorulur. Birlikte
geçmemişse veya soruya cevap olarak zikredilmemişse karinelere göre hakikat
anlamına da mecaz anlamına da yorulabilir. İsmailî bu görüşü ehl-i sünnet
ve'l-cemaatten nakletmiştir. Onlar şöyle demişlerdir: "Birlikte
kullanıldıklarında anlamları farklıdır. Tek olarak kullanılırlarsa diğeri de
kullanılana dahil olur." Muhammed b. Nasr'in ve ona uyarak İbn
Abdilberr'in çoğunluğun Abdülkays hadisindeki iman ve İslâm kelimelerini aynı kabul
ettiğine dair görüş ile, Lâlkâî ve İbnü's-Sem'ânî'nin ehl-i sünnetten rivayet
ettikleri "Cibril hadisinde geçenlere göre iman ve İslâm birbirinden
farklıdır" görüşü de bu şekilde anlaşılmalıdır.
Şu sorulabilir: Nebi s.a.v. kıyametin kopacağı anı bildirmediği
halde Buhârî nasıl "Nebi s.a.v.'in bunları açıklaması" şeklinde
başlık koymuştur?
Bunun cevabı şudur: Nebi s.a.v. soruların çoğunluğuna cevap
verdiğinden Buharı bunu dikkate alarak böyle söylemiştir. Çünkü çoğunluk, bütünle
aynı hükme sahiptir. Yahut da kıyametin kopuş vaktini de bunu Allah'tan
başkasının bilmediğini söyleyerek açıklamıştır.
"Nebi s.a.v. ashabı ile bir arada otururken": Yani
onların içinde olup onlardan ayrı yerde değildi. Başkasına karıştırılması imkansızdı.
İbn Ebi Fevre'nin rivayetinde şu şekilde yer almaktadır: "Nebi s.a.v.
ashabının arasında otururdu. Yabancı bîr kimse geldiğinde hangisinin Nebi
s.a.v. olduğunu bilemezdi. Biz, gelen yabancının onu tanıyabilmesi için ona bir
oturma yeri yapmayı talep ettik ve ona üzerine oturacağı çamurdan bir oturma
yeri yaptık". Kurtubî bu rivayetten; öğretim vb. zaruret durumlarının
gerektirmesi halinde âlimin özel, yüksek bir yerde oturmasının müstehap olduğu
sonucunu çıkarmıştır.
Cebrail'in İnsan
Kılığında Ashabı ile Birlikte Olan Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'e Gelmesi
"Bir adam ona gelerek. Yani melek, bir adam suretinde ona
geldi. Buhârî Tefsir bölümünde "bir adam yürüyerek ona geldi"
denilmektedir.
Ebu Ferve'nin rivayetinde ise şöyle denilmektedir: "Biz
Nebi s.a.v.'in yanında otururken, insanların en güzel yüzlüsü ve en güzel
kokuları sürünmüş olan bir adam çıkageldi. Elbisesine hiçbir kir
bulaşmamıştı".
Müslim'de Kehmes yolu ile Hz. Ömer'den şu şekilde rivayet
edilmiştir: "Bir-gün Nebi s.a.v.'in yanında iken birden elbisesi bembeyaz,
saçları simsiyah bir adam çıkageldi".
İbn Hibban'ın rivayetinde ise şöyle denilmektedir: Sakalları
siyah bir adam geldi. Üzerinde yolculuk işareti bulunmadığı gibi İçimizden
kimse de onu tanımıyordu. Adam Nebi s.a.v.'in karşısına oturarak dizlerini onun
dizlerine dayadı ve avuçlarını onun bacaklarına koydu".
Süleyman et-Teymîye ait bir rivayette şöyle denilmektedir:
"Üzerinde yolculuk alâmeti bulunmadığı gibi, Medine'li de değildi.
İnsanları yararak Hz. Peygamber'in karşısına gelip bizden birinin namazda
oturduğu gibi oturdu. Sonra elini Nebi s.a.v.'in dizlerine koydu".
Anlaşıldığı kadarıyla Cebrail elini Nebi s.a.v.'in dizlerine
koymakla, kendisinin kaba bedevilerdenmiş gibi gösterip işi daha gizli hale
getirmek istemiştir. Bu sebeple de Nebi s.a.v.'in yanına varıncaya kadar
insanları yararak ilerlemiştir. Bu yüzden sahabenin bir kısmı onun bu
hareketini garip karşılamıştır. Ayrıca o Medine'li değildi ve yürüyerek geldiği
halde üzerinde yolculuk alameti de bulunmuyordu.
Şu sorulabilir: Hz. Ömer sahabeden hiç kimsenin onu tanımadığını
nereden bilmektedir?
Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Hz. Ömer'in tahminen bunu
söylemiş olması mümkündür. Yahut da orada bulunanların açık ifadelerine
dayanarak bunu söylemiştir. Bu ikinci İhtimal bana göre daha güçlüdür. Osman b.
Gayyas'ın rivayetinde de bu şekilde yer almıştır. Bu rivayet şöyledir:
"Orada bulunanlar birbirine baktı ve bu adamı tanımıyoruz dediler".
Cebrail'in
Selam Vermeden Konuşmaya Başlaması
Şu sorulabilir: Cebrail niçin selam vermeden önce konuşmaya
başlamıştır? Buna şu şekilde cevap verilmiştir:
a. Durumunu gizlemede mübalağa için bunu yapmış olabilir.
b. Bunun farz olmadığını göstermek için bunu yapmıştır.
c. Selam verdiği halde hadisi rivayet eden ravi bunu
aktarmamıştır.
Bana göre muteber olan üçüncü görüştür. Ebu Ferve'nin
rivayetinde Cebrail'in selam verdiği de yer almaktadır. Rivayet şöyledir:
"Adamın elbisesine hiç kir bulaşmamıştı. Mescit sergisinin başladığı
yerden Nebi s.a.v.'e Selam sana ey Muhammedi" diye selam verdi.
Peygamberimiz onun selamını aldı. Adam sordu: "Yanına geleyim mi ey
Muhammed?", Peygamberimiz gel" buyurdu. Yaklaşayım mı diye sordukça
Nebi s.a.v. yaklaş dedi." Ata'nın Abdullah b. Ömer'den rivayetine göre de
adam "Selam sana ey Allah'ın elçisi!" diyerek selam vermiştir.
Kurtubî'deki rivayete göre "Selam sana ey Muhammed!" şeklinde selam
vermiştir. Kurtubî bu rivayetten bir yere giren kişinin önce genel selam verip
sonra bir şahsa özel selam vermesinin müstehap olduğu sonucunu çıkarmıştır.
İman asıl olduğu için öncelikle onu sorduğu söylenmiştir. İkinci
olarak da İslâm'ı sormuştur. Çünkü bu iman iddiasının doğru olup olmadığını
gösteren bir ölçüdür. Üçüncü olarak ihsanı sormuştur, çünkü ihsan iman ve
İslam'a bağlıdır. Ammare b. el-Ka'kâ'ın rivayetinde ise önce İslâm'ı sormuştur.
Çünkü İslâm zahir olan şeydir. İkinci olarak imanı sormuştur. Çünkü iman batın
olan şeydir. Tîbî de, öncelikli olan imandan başlayarak aşağıdan yukarıya yükselmeyi
barındıran bir özellik taşıdığı için bu görüşü tercih etmiştir.
İMAN’IN
ŞARTLARI:
"İman Allah'a...inanmaktır" : Bu cevap gösteriyor ki
Nebi s.a.v. Cebrail'in imanın sözlük anlamını değil, ilişkili olduğu şeyleri
sorduğunu biliyordu. Aksi taktirde Nebi s.a.v. İman tasdik etmektir" diye
cevap verirdi. Nebi s.a.v. şöyle demiş olmaktadır: "Dindeki iman özel bir
tasdiktir. Allah'a iman; onun var olduğunu, kemal sıfatları ile muttasıf ve
noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu tasdik etmektir."
Meleklere iman; onların var olduğuna ve Allah'ın onları
nitelediği gibi "kendilerine ikramda bulunulan kullar" olduğuna
inanmaktır. Meleklere imanın, kitaplar ve peygamberlerden önce zikredilmesi
vakıadaki tertibe riayet içindir. Çünkü Yüce Allah melekleri, kitaplarla
birlikte peygamberlere göndermiştir. Bu, meleğin peygamberden üstün olduğunu,
savunanlar için bir delil teşkil etmez.
Allah'ın kitaplarına iman; onların Allah'ın sözü olduğuna,
içindekilerin hak olduğuna inanmaktır.
Allah'a Kavuşmaya
İman: Allah'a
kavuşmaya iman" Bunun "yeniden dirilmeye iman" konusuna dahil
olduğu için bu ifadenin bir tekrar olduğu söylenmiştir. Doğrusu bu bir tekrar
değildir. Hadisteki "ba's" İfadesinden kabirlerden kalkmanın,
"Allah'a kavuşmak" İfadesinden ise bundan sonrasının kasdedildiği
söylenmiştir. Bir başka görüşe göre ise Allah'a kavuşmak, dünyadan intikal
etmekle gerçekleşir, "ba's" ise bundan sonrasıdır. Matar el-Verrâk'ın
rivayeti de bunu göstermektedir. Bu rivayette şöyle denilmektedir: "Ölüme
ve ölümden sonra yeniden dirilmeye inanmak. Enes ve İbn Abbas'ın hadisinde de
böyledir. Diğer bir görüşe göre Allah'a kavuşmaktan maksat O'nu görmektir,
Hattabî bunu zikretmiştir. Nevevî onun bu görüşünü şu sözleri ile
eleştirmiştir: "Kimse Allah'ı göreceğini kesin olarak söyleyemez. Çünkü bu
mu'min olarak ölenlere özgüdür. Kişi kendi sonunun nasıl olacağını bilemez. O
halde bu nasıl imanın şartlarından olabilir?". "Nevevî'nin bu
İtirazına da şu şekilde cevap verilmiştir:" Burada kasdedilen, bunun
bizatihi gerçek olduğuna inanmaktır. Bu, ehl-i sünnetin âhirette Allah'ı
görmeyi ispat konusundaki güçlü delillerindendir. Çünkü Allah'ı görmeye
inanmak, imanın şartlarından sayılmıştır.
Peygamberlere iman; onların Allah'tan alıp insanlara
bildirdikleri iman esaslarında doğru söylediklerine inanmaktır. Melekler,
kitaplar ve peygamberlere iman konusunda bu açıklama ile yetinilmesi, bu konuda
tafsilata girişmeksizin bu kadarla yetinmenin caiz olduğunu göstermektedir.
Ancak ismen zikredilenlere ayrı ayrı iman etmek şarttır. Hadiste yer alan sıralama
şu âyetle uyum içindedir: "Peygamber, Rabbi tarafından kendisine
indirilene iman etti, Mu'minler de (iman ettiler). Her biri Allah'a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler".[Bakara, 285] Bu
sıralama ile kasdedilen şudur: Hayır ve rahmet Allah'tandır. Onun en büyük
rahmetinden biri de kitaplarını kullarına indirmesidir. Kullar içinden bu
kitapların kendilerine indirildiği kimseler peygamberlerdir. Allah ile
peygamberler arasındaki aracılar ise meleklerdir.
Yeniden dirilmeye inanmak: Buhârî Tefsir bölümünde
"âhirete" ifadesi, Müslim'in Hz.Ömer'den gelen rivayetinde ise
"âhiret gününe inanmak" ifadesi de eklenmiştir. "Sonraki
diriliş" ifadesindekİ "sonraki" ibaresi hakkında çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür: Bunlardan birine göre bu ifade tıpkı "geçen gün"
ifadesindeki gibi pekiştirme amacıyla getirilmiştir. Diğer bir görüşe göre
yeniden dirilme iki kere gerçekleşmektedir: Birincisi yoktan var edilmek, yahut
ana karnındaki embryo halinden başlayarak doğuma kadar ve doğumla birlekte
dünya hayatına kavuşmak, İkincisi kabirlerden kalkarak âhirette kalınacak
mekanda istikrar bulmak için dirilmek. Ahiret günü denilmesinin sebebi, dünya
günlerinin veya sınırlı zamanların sonu olmasından dolayıdır. Buna iman
etmekten maksat, o günde meydana gelecek hesap, mizan, cennet ve cehennem gibi
şeyleri tasdik etmektir.
Hadisin Farklı
Rivayetleri
el-İsmaüî Müstahrec adlı eserinde "Kadere inanmandır"
ifadesini de eklemiştir. Bu ibare Ebu Farva'nm rivayetinde de vardır. Yine
aynı İfadeler Müslim'in Ammâre Ibnü'l-Ka'kâ'dan yaptığı rivayette de bu
görülmektedir.. Bunu "bunların tümüne" ifadesi ile pekiştirmiştir.
Kehmes ve Süleyman et-Teymî'nin rivayetinde ise "Kadere;
hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmak" ibaresi yer almaktadır. İbn
Abbas hadisinde de bu ifade vardır.
Atâ'nın İbn Ömer'den yaptığı rivayette ise "Tatlısı ve
acısının Allah'tan olduğuna inanman" şeklinde bir fazlalık vardır.
Yeniden Dirilme Ve
Kaderden Bahsedilirken "İnanmak" ifadesinin Tekrar Edilmesi
Yeniden dirilmeden bahsederken, "inanman" ifadesini
tekrar etmesinin hikmeti, bunun iman edilen şeyler içinde farklı bir tür
olduğuna işaret etmek içindir. Çünkü yeniden dirilme daha sonra meydana
gelecektir. Daha önce zikredilen şeyler ise şu an zaten vardır. Bunun diğer
bir sebebi de bunu inkâr edenlerin çok olmasıdır. Bu yüzden yeniden dirilme
konusu Kur'an'da da çokça tekrarlanmıştır.
Kaderden bahsederken de "inanman" ifadesi
tekrarlanarak bir anlamda bu konuda meydana gelecek görüş ayrılıklarına işaret
edilmiştir. Bu kelime tekrar edilerek kadere inanmanın önemi vurgulanmıştır.
Daha sonra bu ifade şu açıklamalarla da pekiştirilmiştir: "Hayrına,
şerrine, acısına, tatlısına". Daha sonra bunu da "Allah'tan
olduğuna" ifadesi ile pekiştirmiştir. "Kader" sözcüğü masdar
olup bir şeyin miktarını kesin olarak bilmek anlamına gelir. Bununla
kasdedilen, Allah'ın varlıkların miktarlarını ve meydana gelecekleri zamanı,
onları yaratmadan önce bilmesidir. Allah, kendi ilminde olacağını bildiği şeyi
zamanı gelince yaratır. Sonradan meydana gelen her şey onun ilmi, kudreti ve
iradesi ile meydana gelir. Bu, dinde kesin delillerle bilinmektedir. Sahabe,
tabiinin önde gelenleri ve ilk dönem âlimlerinin büyük bir kısmı bu inanç
üzerindeydiler. Sahabe devrinin sonuna doğru kader konusunda bidat anlayışlar
ortaya çıkmaya başladı. Müslim; Kehmes, îbn Büreyde ve Yahya b. Ya'mer yoluyla
bununla ilgili olayı şu şekilde aktarmaktadır: "Kader konusunda Basra'da
ilk olarak ileri geri konuşan Ma'bed el-Cühenî idi. Yahya ve Humeyd el-Himyerî,
Abdullah b. Ömer'in yanına gitmiş ve bu durumu ona bildirmişdi. O da kendisinin
bu görüşte olanlardan uzak olduğunu, Allah'ın kadere iman etmeyenlerin hiçbir
amelini kabul etmeyeceğini söyledi."
Şafiî'nin şu sözleri de bunlar aleyhine bir delildir: Kadere
inanmayan kişi, Allah'ın her şeyi bildiğini kabul ediyorsa çelişkiye düşer. Bu
kişiye şöyle denir: Allah'ın bildiğinden farklı bir şeyin meydana gelmesi
mümkün müdür? Şayet bu soruya "hayır" diye cevap verirse ehl-i
sünnetin görüşünü kabul etmiş olur. Öyle bir şeyin mümkün olduğunu kabul
ederse, Allah'ın bilgisizliğini ileri sürmüş olur. Allah bundan münezzehtir.
Hadisin bağlamından anlaşıldığına göre mü'min adı,
zikredilenlerin tümünü tasdik eden kişi için kullanılır. Oysa fakihler yalnızca
Allah'a ve Resulü'ne inanan kişiye Mu'min adını vermektedirler. Bu ikisi
arasında bir çelişki yoktur. Çünkü Allah'ın peygamberine İnanmak demek, onun
varlığına ve Allah katından getirdiği şeylerin doğru olduğuna inanmak
demektir. Dolayısıyla yukarıda zikredilenlerin tümü bu şekilde peygambere
İnanma kavramına dahil olur.
İHSAN
"İhsan" kelimesi masdardır. Bu bir şeyi sağlam yapmak
ve birine yarar sağlamak anlamına gelir. Hadiste birinci anlam kasdedilmiştir.
Çünkü kasdedilen, kulluğun iyi ve güzel bir şekilde yapılmasıdır. İkinci anlam
da kasdedilmiş olabilir. Çünkü ihsanda bulunan kişi samimiyetinden dolayı
kendisine yarar sağlamış olmaktadır.
İbadette İhsan; İhlaslı (samimi)ve huşu içinde olmak, İbadet
sırasında akla başka bir şey getirmemek, yalnızca yaratıcıyı düşünmektir.
Nevevî şöyle demiştir: Hadisteki ifadenin anlamı şudur:
"Sen, hadiste ifade edilen âdabı yalnızca senin Allah'ı, O'nun da seni
görmesi sırasında gösterebilirsin. Ancak sen O'nu göremediğin halde O seni
daima görür. O'nu görmesen de güzelce kulluk et". Hadisteki bu bölüm
dindeki çok önemli prensiplerden birini ve Müslümanlar açısından önemli bir
kuralı içermektedir. Bu, sıddıkların dayanağı, Allah yoluna girenlerin
hedefleri, ariflerin hazinesi ve salihlerin yoludur. Bu hadis Nebi s.a.v.'e
verilen özlü ifade kabiliyetini gösteren hadislerden biridir.
Tahkik ehli, salihierle birlikte oturmaya teşvik etmişlerdir, ta
ki kişi onlara saygı duyma ve onlardan utanma sebebiyle kendi değerini
azaltacak şeylere bulaşmasın. Salihierle birlikte bulunmak insanı bu kadar
etkilerse gizliyi de açığı da daima bilen Allah ile birlikte olan kişinin
durumu nasıl olur?
Hadisin bağlamı Allah'ın dünyada göz ile görülmesinin
gerçekleşmeyeceğini göstermektedir. Nebi s.a.v.'in onu görmesi ise bir başka
delile dayanmaktadır. Bu durum Müslim'in, Ebu Ümâme aracılığıyla Nebi
s.a.v.'den rivayet ettiği şu hadiste açık olarak ifade edilmiştir: "Bilin
ki sizler ölünceye kadar Rabbinizi göremeyeceksiniz".
Cebrail'in Hem
Soru Sorması Hem de Cevabı Tasdik Etmesi
Müslim, Ammâre İbnü'l-Ka'kâ'm rivayetinde buna ek olarak soru
soran kişinin her üç cevabın ardından "doğru söyledin" dediğini
belirtmektedir.
Süleyman b. Büreyde'nin rivayeti şöyledir: Orada bulunanlar
şöyle dediler: Böyle bir adam görmedik. Sanki Nebi s.a.v.'e öğretir gibi
"doğru söyledin, doğru söyledin" diyor.
Kurtubî şöyle demiştir: Nebi s.a.v.'in getirdiği bilgiler ancak
onun tarafından yapılacak bir açıklama ile bilinebileceği için, orada bulunan
sahabe grubu adamın bu fiiline şaşırmıştır. Çünkü soru soran bu kişinin Nebi
(s.a.v.) ile daha önce görüştüğünü ve ondan bir şeyler dinlediğini kimse
görmemiştir. Ayrıca sorduğu soruların cevabını bilir gibi soru sormaktaydı.
Çünkü Nebi s.a.v.'in kendi sorularına verdiği cevabın doğru olduğunu yine kendisi
söyleyip duruyordu. Orada bulunanların bu kişinin Cebrail olmasını uzak bir
ihtimal olarak gören kimselerin hayreti gibi hayret etmiş ve olayı
garipsemişlerdi.
"Kıyametin vakti ne zaman yani kıyamet ne zaman
kopacaktır" sorusuna cevaben Nebi s.a.v. şöyle buyurmuştu: Bu sorunun
sorulduğu kişi, bu konuda sorandan daha bilgili değildir": Bu ifade ilk
bakışta soru soran ile sorulara cevap verenin kıyametin kopma zamanı konusunda
bilgice eşit olduğunu gösterse de asıl anlatılmak istenen "bunun yalnızca
Allah'a malum olduğunu bilme" konusunda soru soran ve cevap verenin eşit
olmasıdır. Nitekim daha sonra "Allah dışında kimsenin bilmediği beş şey
vardır..." diyerek bu ifade edilmiştir.
Kıyametin
Vaktinin Sorulması
Nevevî şöyle demiştir: Bu hadisten şu çıkarılır: Bir âlime
bilmediği bir şey hakkında soru sorulduğunda bunu bilmediğini açıkça söyler. Bu
durum onun değerini azaltmaz, aksine takvasının ne kadar çok olduğunu gösterir.
Kurtubî de şöyle demiştir: Bu sorunun sorulmasının amacı,
dinleyenlerin kıyametin vakti hakkında soru sormalarını önlemektir. Çünkü pek
çok âyet ve hadiste geçtiği üzere onlar sürekli kıyametin vaktini
soruyorlardı. Bu soruya hadiste geçtiği şekilde cevap verildiğinde bunu bilme
umudunun olmadığı anlaşılmış oldu. Önceki sorular ise böyle değildir. Çünkü
onların sorulmasının amacı, dinleyenlerin anlaması ve uygulaması için cevap
talep etmektir.
Nebi s.a.v. soruya "Ben bu sorunun cevabını senden daha İyi
bilmiyorum" dememiş de "Bu sorunun sorulduğu kişi, bu konuda sorandan
daha bilgili değildir" demiştir. Bunun amacı dinleyenlere şunu ifade etmektir:
"Bu konuda soru soran ve sorulan herkes aynı durumdadır."
"Kıyametin ne zaman kopacağını bilmiyoruz ama sana
kıyametin alametlerini söyleyeyim." Kurtubî şöyle demiştir: Kıyametin
alâmetleri iki kısımdır:
1. Normal türden (olağan) alametler
2. Normal olmayan (sıra dışı/olağanüstü) alâmetler. Hadiste
birinci kısım alâmetler zikredilmiştir. Güneşin battığı yerden doğması gibi
diğer alâmetler İse kıyamete daha yakın gerçekleşir. Burada daha önce gerçekleşecek
alâmetler kasdedilmiştir.
Cariyenin
Efendisini (Rabbini) Doğurması
Cariyenin efendisini doğurması" : Hadisin aslında yer alan
"rabbini doğurması" ifadesindeki rab kelimesi, sahip ve efendi anlamına
gelir. Alimler bu ibarenin anlamı konusunda her zaman farklı görüşler
sergilemişlerdir.
İbnü't-Tîn "Bu konuda yedi farklı görüş
belirtilmiştir" demiş ve bunları zikretmiştir. Ancak bunların bir kısmı
diğerine dahildir. Ben (İbn Hacer) bunları birbirinden ayırarak şu dört görüşte
özetledim:
1. Hattâbî şöyle demiştir: "Bunun anlamı İslâm dininin
genişlemesi, Müslümanların şirkin hakim olduğu bölgeleri ele geçirmesi ve
oradaki halkı esir almasıdır. Müslümanlardan bir kimse bu esirlerden bir
kadını cariye edinip kendisinden çocuğu olduğunda, çocuk o kadının efendisi
konumunda olmaktadır. Çünkü o cariyenin efendisinin çocuğudur. "Nevevî ve
başka âlimler bunun çoğunluğun görüşü olduğunu söylemişlerdir. Ben (İbn Hacer)
de derim ki: Hadiste bunun kasdedilmesi tartışılır. Çünkü bu sözün söylendiği
sırada da cariyelerden çocuk edinme uygulaması vardı. Şirkin hakim olduğu
yerleri ele geçirme, halkı esir alma, kadınları cariye edinme İslâmm İlk
yıllarında zaten gerçekleşmiştir. Hadisteki sözün geçtiği bağlam, ileride
kıyamete yakın zamanda gerçekleşecek, ama henüz gerçekleşmemiş şeylere işaret
etmeyi gerektirmektedir.
İbn Mâce'nin rivayetinde Vekî' bunu birinciden daha dar bir
anlamda yorumlamıştır. O buradaki kastın "Arap olmayanların Arapları
doğurması" olduğunu söylemiştir.
Diğer bir grup âlim bunun şu anlama geldiğini söylemişlerdir:
"Cariyeler, hükümdarları doğurur. Anne de hükümdarın hakimiyeti altındaki
kimselerden biri olur, hükümdar da vatandaşlarının efendisidir." Bu görüş
İbrahim el-Harbî'ye aittir. O şöyle demiştir: "İlk dönemde yöneticiler
çoğunlukla cariyelerle cinsel ilişkide bulunmaktan çekinir, hür kadınlar İçin
birbiri ile mücadele ederdi. Sonra iş tersine döndü. Özellikle de Abbasîler
devrinde." Ancak hadisin "cariyenin kadın efendisini doğurması"
şeklindeki rivayeti bu anlamı desteklememektedir.
Bazılarına göre cariyenin doğurduğu çocuğa "efendi"
denilmesi mecazdır. Çocuk, babasının ölümüyle cariyenin azat sebebi olduğu için
ona mecazen efendi denilmiştir.
Bazıları da bu ifadeyi şuna tahsis etmişlerdir: Önce çocuk esir
alınır ve bir müddet sonra da azat edilir. Büyüyerek önder hatta kral olur.
Sonra onun annesi esir alınır. O annesi olduğunu biierek onu satın alır. Yahut
da annesi oldu-Sunu bilmez de onu kendi hizmetinde kullanır, onunla cinsel
ilişkide bulunur, azat eder yahut evlenir. Bazı rivayetlerde "cariyenin
kocasını doğurması" ifadesi Ver almıştır. Bu rivayet Müslim'de vardır. Bu
rivayet bahsettiğimiz şekilde yorumlanmıştır. Bu rivayette yer alan "bal"
sözcüğünün koca değil de mâlik anlamına Sidiği de söylenmiştir ki, manaların
aynı noktada buluşturulması bakımından to anlamı kabul etmek daha evladır.
2. Efendilerin, kendilerinden çocuk doğuran cariyelerini satması
ve bunun Çoğalması, öyle ki bu cariyelerin kralların elinde dolaşıp durması,
farkında olmaksizin cariyeyi çocuğunun satın alması. Buna göre kıyamet
alâmetlerinden olan şey, çocuk doğuran cariyenin satımının haram olduğu
konusunun hiç kimse tarafından bilinmemesi veya şer'î hükümlerin hafife
alınmasıdır.
Şu söylenebilir: Çocuk doğuran cariyenin satılıp-satılmaması
konusunda tarklı görüşler vardır. Bu yüzden hadisi bu anlama yormak uygun
değildir.
Deriz ki: Bu hadis, mezheplerin İttifak ettiği bir anlama
yorulur ki bu da hamilelik sırasında cariyenin satımıdır. Bunun haram olduğu
konusunda icma vardır.
3. Bu da bir önceki görüş
İle aynı doğrultudadır. Nevevî şöyle demiştir: Çocuğun annesini satın alması
yalnızca ümmü veledlere özgü değildir. Başka şekiller de mümkündür. Örneğin
cariye, efendisi dışındaki bir adamdan şüphe yolu ile gerçekleşen birleşme
sonucu hür bir çocuk doğurur. Veya cariye nikah yahut zina sonucu bir köle
doğurur sonra her iki durumda da doğum yapan ana sahih bir akitle satılır.
Elden ele dolaşarak nihayet oğlunun veya kızının eline gelir. Muhammed b.
Beşir'in "bununla esir kadınlar kasdedilmektedir" sözü bunu
zedelemez. Çünkü bu delilsiz bir tahsistir.
---------Ümmü veled: Efendisinden bir çocuk doğuran ve bu
sebeple efendinin ölümünden sonra Özgürlüğe hak kazanan kadındır.----------
4. Çocuklarda ana-babaya isyanın çoğalması, çocuğun anasına,
efendinin cariyesine yaptığı gibi sövmek, dövmek ve hizmet ettirmek suretiyle
alçaltıcı muamelede bulunması. Bu durumda çocuğa mecazen "efendi"
denilmiştir. Yahut da burada "rab" kelimesi ile mürebbî anlamı
kasdedilmiştir ki bu durumda sözcük hakiki anlamında kullanılmış olur.
Bana (İbn Hacer'e) göre genelliği sebebiyle bu, en güçlü
görüştür. Ayrıca sözün söylendiği makam, durumun ne ölçüde bozulacağının
kasdedildiğini göstermektedir. Şöyle ki: Kıyametin kopmaya yaklaştığı
sıralarda işlerin ne ölçüde tersine döneceği, terbiye edilenin terbiye edici
hale, düşük kişinin de yüksek hale geleceğini ifade etmektedir. Bu Nebi
s.a.v.'in daha sonraki "çıplak ayaklı kişilerin yeryüzünün hükümdarları
olması" sözüne de uymaktadır.
İki Uyarı
1. Nevevî şöyle demiştir: Hadis ümmü veledlerin satılmasının ne
haram ne de caiz olduğunu gösterir. Bu ikisinden birine hadisi delil getirenler
hata etmişlerdir. Çünkü bir şeyin başka bir şeye alâmet kılınması, onun yasak
ya da mubah olduğunu göstermez.
2. Bu hadiste efendi ve malik hakkında "rab" kelimesi
kullanılmış, Buhâride yer alan diğer bir hadiste ise "Sizden biriniz
(köleye); rabbine yemek yedir, rab-bine abdest aldır, demesin. (Köle efendisine)
efendim, mevlâm, desin" denilmiştir. Bu iki hadis şöyle birleştirilir:
İlk hadiste "rab" kelimesi mübalağa için yahut da mürebbi'' anlamında
kullanılmıştır. Bunu yasaklayan hadiste ise "efendi" anlamında
kullanılmıştır. Bu konudaki yasak daha sonra gelmişde olabilir. Ya da bu yasak
Nebi s.a.v. dışındaki kimselere özgüdür.
Deve
Çobanlarının Binaları Yükseltme Yarışına Girmesi
Deve çobanları: Bu onların bilgisizlikle nitelendirilmesi
konusunda mübalağa için söylenmiştir. Yani onlar duyu organlarında bir kusur
olmadığı halde kulaklarını ve gözlerini dinle ilgili hiçbir şeyde
kullanmadılar. Bu kişiler bedevilerdir.
Nitekim Süleyman et-Teymî'nin rivayetinde bu durum şu şekilde
açık olarak ifade edilmiştir: "Adam; 'Yalın ayak ve çıplak olanlar kimlerdir?'
diye sordu. Nebi s.a.v. de 'Bedevilerdir' dedi".
Taberânî, Ebu Cemre yoluyla İbn Abbas'tan merfu olarak şunu
rivayet etmiştir: "Nabatlıların fesahat parçalaması ve şehirlerde köşkler
inşa etmesi dinîn değişmesindendir".
Kurtubî şöyle demiştir: Durumun değişmesini haber vermekten
kasıt; çöl halkının yönetime hakim olmas:, ülkeleri zorla egemeliği altına
alması, mallarının çoğalması, bunların bütün gayretlerini binalarını süsleme
ve bununla övünmeye harcamasıdır. Bu durumu zamanımızda biz de görmekteyiz.
Bu konuda şu iki hadis de vardır: "Soysuz ve düşük kimseler
dünyada en rahat konumdaki insanlar olmadıkça kıyamet kopmaz." "iş
ehil olmayana bırakıldığında kıyameti bekle'. Her iki hadis de sahihtir.
Kıyametin
Kopma Anını Allah'tan Başkası Bilmez
"Kıyametin bilgisi Allah dışında kimsenin bilmediği beş şey
içindedir": Yani kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi bu beş şeyin
kapsamına dahildir.
Atâ el-Horâsânî'nin rivayeti şöyledir: Adam "Kıyamet ne
zaman?" diye sordu. Nebi s.a.v. ona: "Bu Allah dışında kimsenin
bilmediği beş gayp bilgisine dahildir" buyurdu.
Kurtubî şöyle demiştir: Bu hadis sebebiyle hiç kimse bu beş
konuda bilgi sahibi olamaz. Nebi s.a.v. "Gaybm anahtarları onun
ka-tındadır. Bunları O'ndan başkası bilmez [En'am, 59] âyetini bu beş şeyle
tefsir etmiştir. Bu hadis de Sahih'te yer almaktadır. Kim, Allah Resulüne dayan
dırmakstzın bu beş konudan bir şeyi bildiğini iddia ederse bu iddiası yalandır.
Gayp hakkında tahminde bulunmaya gelince; müneccim vb. kişiler sıradan konularla
ilgili olarak tahminen gayptan haber verebilirler, ancak bu kesin bir bilgi
değildir. İbn Abdilberr bunun için ücret alıp vermenin haram olduğu konusunda
icma bulunduğunu nakletmiştir. İbn Mesud'un r.a. şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Peygamberimiz'e bu beş konu dışında her şeyin bilgisi
verilmiştir." İbn Ömer'den de bunun benzeri rivayet edilmiş olup her iki
rivayet İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsnedindedir. Humeyd b. Zenceveyh'ten rivayet
edildiğine göre bir sahabî güneşin tutulma zamanını önceden haber verdi. Onun
bu hareketi yadırganınca o "Gayp yalnızca şu beş şeydir" diyerek
yukarıdaki âyeti okudu ve sözünü şöyle tamamladı "Bunun dışındakiler
bazılarının bildiği bazılarının bilmediği bir gayptir".
"Sonra adam arkasını dönüp gitti. Nebi s.a.v. onu geri
çağırın, dedi": Buhârî Tefsir bölümünde "sahabe onu geri döndürmek
için arkasından gittiler fakat hiçbir şey göremediler" dîye rivayet
etmiştir. Bu, meleğin peygamber dışındaki insanlara görünebileceğini, onların
huzurunda duyabilecekleri şekilde konuşabileceğini gösterir. İmran b.
Husayn'ın meleklerin konuşmalarını duyduğu rivayet edilmiştir.
Hadisten Çıkan
Bazı Sonuçlar
1. Zikrettiğimiz rivayetler Nebi s.a.v.in Cebrail'i son anda
tanıdığını, Cebrail'in ona güzel görünüşlü ancak tanınmayan bir adam şeklinde
geldiğini göstermektedir.
2. İbnü'l-Müneyyir şöyle demiştir: "Size dininizi öğretmeye
geldi" sözü soruya ilim ve öğretme adının verilebileceğini
göstermektedir. Çünkü Cebrail yalnızca soru sormuş, bununla birlikte Nebi
s.a.v. «îkiiâhu aleyhi ve onu "muallim öğretici" diye nitelemiştir.
"Güzel soru ilmin yarısıdır" sözü insanlar arasında meşhurdur. Bu
hadisten de bu sonucu çıkarmak mümkündür. Çünkü bu hadisten elde edilen
bilgiler, hem soru hem de cevaptan elde edilmiştir.
3. Kurtubî şöyle demiştir: Bu hadis "sünnetin anası
(temeli, esası)" diye isim-lendirilmeye uygundur. Çünkü sünnet ilminin
temel esaslarını içinde barındırmaktadır.
Tîbî de şöyle demiştir: Fatiha suresi Kur'an ilimlerini toplu
halde içerdiğinden Kur'ân'ın Fatiha suresi ile başlamasına uymak maksadıyla
İmam Beğavî de el-Mesâbıh ve Şerhu's-sünne isimli kitaplarına bu hadisle
başlamıştır.
Kadı Iyaz şöyle demiştir: "Bu hadis zahir ve bâtın bütün
ibadet vazifelerini içermektedir ki bunlar arasında hem başlangıç olarak hem de
dünya ve âhirette imanın sağlanması, organlarla yapılan ameller, ihlas,
amellerin afetlerinden korunmak vardır. Hatta şeriat ilimlerinin tümü bu
hadise bağlı ve bundan kaynaklanmaktadır."
Ben (İbni Hacer) derim ki: Bu sebeple bu hadis konusunda sözü
uzattım. Zikrettiklerim çok olsa bile bu hadisin içerdiklerine göre azdır. Ben
özet yöntemine aykırı davranmış değilim.
38. BAB
51 - حدثنا
إبراهيم بن
حمزة قال:
حدثنا
إبراهيم بن سعد،
عن صالح، عن
أبي شهاب، عن
عبيد الله: أن
عبد الله بن
عباس أخبره
قال: أخبرني
أبو سفيان: أن
هرقل قال له: سألتك
هل يزيدون أم
ينقصون؟
فزعمت أنهم
يزيدون،
وكذلك
الإيمان حتى
يتم. وسألتك
هل يرتد أحد
سخطة لدينه
بعد أن يدخل
فيه؟ فزعمت أن
لا، وكذلك
الإيمان حين
تخالط بشاشته
القلوب لا يسخطه
أحد.
[-51-] Ubeydullah bin Abdullah'tan rivayet edildiğine göre Abdullah b.
Abbas r.a. şöyle söylemiştir: Ebu Süfyan bana Herakleios'un şöyle söylediğini
anlattı: "Sana onların sayısı artıyor mu azalıyor mu diye sordum, sen
onların sayısının arttığını söyledin. îman da tamamlanıncaya kadar böyledir.
Sana herhangi bir kimse onun dinine girdikten sonra ona kızıp
dininden dönüyor mu diye sordum, sen 'hayır' diye cevap verdin. İmanın
mutluluğu da kalbe yerleşince hiç kimse böylesi bir mü'mini öfkelendirip de
imanından uzaklaştıramaz.
Bu Hadis’in geniş hali 7 nolu olarak geçmiştir